Sunday, June 13, 2010

Benim Cinema Paradiso'm!

80'ler sonunda yavaş yavaş kadınları, onların şahane kıvrımlarını dışardan, utanarak keşfettiğim günlerdi. Ergenliğin ilk basamakları... Üzerimde taşra sıkıntısı, yer Balıkesir. Her şehirde bir Emek sineması vardır ya... Orada da vardı (sevgiyle anarım buradan).

Bitmeyen "3 film birden" kıyakları, Aydemir akbaş-Zerrin Egeliler filmleri, birkaç da yabancı film. Çok cömert olmasa da açık saçık, yine de heyecanlı. Bacak kadar veletken amcam şehre ziyarete gelmiş. Onu dolaştıracağım. Amma velakin bu seks filmi merakı bir mesai disipliniyle yerine getirmem gereken bir ergen ritüeli olmuş çıkmış. Adamcağızı şehirde birkaç tur attırdıktan sonra ekmem gerekiyor.

Şehrin merkezinde bulunan, yorgun akrep ve yelkovanıyla yıllardır durmadan çalışan vefakar saat kulesine bakıyorum. Filme kalmış 15 dakika... Amcama şu an aklıma gelmeyen bir bahane uyduruyorum; nasıl bir şeydi bilmem ama, adam "peki" diyor… "Git yeğenim."

Yeğen alıp başını gidiyor, üç filmin koynuna bırakıyor kendini... Donlu Türk erotik filmleri, bozuk görüntülü, çamur gibi. Sağ çaprazımda ağlayarak bir adam 31 çekiyor. Perdede şehvani duruşlu Zerrin Egeliler. Ben adama bakıyorum, dehşet içindeyim. Zerrin Egeliler ve Aydemir Akbaş garip bir bedensel düette. Büyüyünce bildik, anladık tabii bu filmlerin nasıl ucuz cinsellikle dolu olduğunu. Ama diyorum ya, ergenliğin ısınma turları. Taşrada bunu bulmak bile mucize. Üstelik 3 film dostlar, fena mı ha? Neyse, adam masturbasyon yapmakta. Köhne sandalyeler sallanmakta. “Vay anasını” diye düşünüyorum şimdi, yıllar sonra... Gerçekten bir erotik film izleyici komünü oluşmuştu sanki orada. Kalbi ve libidosu kırık bir yığın insan, hiç yadırgamadan bu masturbasyon olaylarını takılıyorlardı. Ne kadar marazi bir samimiyet.


Hatta bu travmatik günahtan arınmak için büyüyünce sanat filmine bile gittim. Filmlerden biri, Charles Bukowski ile ilgiliydi. Adı ise, "Sıradan Delilik Öyküleri"... Bir sinemada değil, festival kılıklı organizasyonda gösteriliyordu. Adamlar Bukowski'yi tam bir beatnik yapmışlardı. Freud'cu amca Marco Ferreri yönetiyordu filmi. Ben sevmedim. Şairleri sevmem zaten. Perdedeyken daha bir çekilmez oluyorlar. Ben Gazzara oynuyordu Bukowski'yi. Dedim ki kendi kendime:"Şairlerden uzak öleyim lüffen. mavi donlu Aydemir Akbaş bile daha sahici"... Şair şarabı dikiyor, atom bombasıyla ilgili bir şiir okuyor. Esnemek bir hak bu durumda. Ama film az bulunan türden. Değerliymiş, izlenmeliymiş. “Sahnede o değerli hiçliklerini fısıldayan şairler görmek istemiyorum” dedim kendi kendime, dünyamdan uzak olsunlar. İçinde okunamaz, yalan dolu şiirler barındıran bir şiir dergisi de çıkmasın artık posta kutumdan.

Sinemadan girdim şaraptan çıktım. Sakat bir durum. Şehvetten evimin badanalarının döküldüğü bir film izlemiştim bir de. Onu hiç anlatmayayım. Yeter. Çok fazla. Finiş.

No comments:

Her zaman sarhoş olmalı. Her şey bunda: Tek sorun bu. Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken zamanın korkunç ağırlığını duymamak için, ...