Tuesday, January 27, 2009

Prag Yarası


Noel öncesiydi. Soğuk ve yağmurlu bir gündü. Köprülerle dolu Prag şehrinin güney tarafında bir ormanda, silecekleri bozulan kiralık arabamla, karşıma bir şey çıkmamasını umarak ilerliyordum. Yeni yıla, Hitler’in bombalamaya kıyamadığı bu şehirde girmek istemiştim. Şehirde bulunan İşkence Aletleri Müzesi’ni dolaşmış, zırh dükkanlarında büyülenmiştim. Vltava nehrinin kıyısında oturup Kafka’yı düşünmüştüm. Bu şehrin karanlığı da diğer özellikleri gibi kendine özgüydü. Yanıma bir rehber almayışımın pişmanlığını yaşıyordum. On yılı aşkın süredir yaşadığım şehirde bile yağmurlu veya sisli havalarda kaybolan biri olarak, bu kalkıştığım tam bir aptal cesaretiydi.

Farımın cılız ışığı büyük bir ağacı işaret etti. Yol bu noktada ikiye ayrılıyordu. Sol taraf uğursuzluk getirir diye düşündüm. Çocukken solaktım ve annem bunun uğursuzluk getireceğini düşünerek, sağ elimi kullanmam için epey çalıştırmıştı beni. Ama başarılı olamamıştı. Buna rağmen hayatımın ilerleyen yılları korkunç uğursuzlukların kontrolünde geçmediği için direksiyonu sol tarafa kırdım. Bir süre ilerledim, rüzgar git gide şiddetini artırıyordu. Rüzgarı delen farım, aniden bir karartıyı işaret etti bana. İyice yaklaşınca, yolun ortasında hareketsizce duran birini gördüm. Yağmurluklu bir kadındı bu. Kollarını kavuşturmuş, kaskatı kesilmiş bir şekilde öylece duruyordu. Kornaya bastım. Kafasını kaldırdı. Donuk bir şekilde bana bakıyordu. Burada ne işi olduğunu düşünerek kapıyı açtım. Kapıyı açar açmaz bana doğru koşmaya başladı. O kıpırtısız görüntüsü, yerini sürpriz bir atikliğe bırakmıştı.
“Arabana binmeme izin ver” dedi.
“Elbette” dedim.

Hemen yanımdaki koltuğa oturdu. Yağmurluğunun şapkasını çıkardı. Topuz yaptığı uzun siyah saçları çözülerek bir yılan gibi kıvrıldı ve sırtına doğru süzüldü. Cebinden uzun bir bıçak çıkardı. Bıçağı görünce endişelendim, beni tehdit ederse bir şekilde kurtulabilir miydim, bilmiyordum. Ama beklediğim gibi olmadı, bıçağı tehdit etmek için değil, bana vermek için uzatmıştı.
“Buna ihtiyacın olabilir.”
“Anlamadım. Niye?”
“Soru sorma. Cebine koy.”

Nerede olduğumu tam olarak bilmiyordum ve şimdi yanımda görüntüsüyle şehvet saçan bir kadın vardı. Prag’a gelmemin sebebi, hakkında birçok masal ve efsane bulunan bu şehri yakından görmekti. Ama yaşadıklarım beklediğimden çok daha fazlaydı. Böylesine esrarengiz ve garip bir kadına, saçma sapan korkularımı açığa çıkaran, sıradan ve zevzek sorular sormamam gerektiğini düşündüm. Bıçağı alıp siyah kadife ceketimin geniş iç cebine koydum.
“Biraz daha hızlı gidemez misin?”
“Nereye gidiyoruz?” diye sordum.
“Dümdüz git. Hiç sapma. Sadece daha hızlı ol.”

Beni bekleyenin ne olduğunu bilmeden gaza bastım. Önümü çok iyi görememek dert değildi, zira böyle bir yere aklı başında hiç kimse gelmezdi. Sığ korku ve aptallık ormanında ilerlerken karanlık bir şato belirdi ötede. Ağaçların çepeçevre sardığı, unutulmuş, bakımsız bir şatoydu bu.
“Geldik.”
“Çok şükür.”
“Sakin görünmen iyi.”
“Sağol.”

Arabayı park ettim. Kadının yüzüne baktım, heyecanlı görünüyordu. Elimle kapıyı işaret ettim, “açayım mı” der gibi. Mümkün olduğunca her şeyi normal karşılar gibi bir hava yaratmaya çalışıyordum. “İnelim” dedi. Kapıyı açıp aşağı inerken cebimdeki keskin bıçağın etime hafifçe battığını hissettim. Kapıyı kapatır kapatmaz, şatonun camlarından birinde ışık yandı. Ne zaman bir kurt ulumaya başlayacak ya da başımın üstünden ne zaman bir yarasa uçacak diye beklemeye başladım.

Ben karşılaşacağım şeyleri düşünürken, kadın koluma girdi aniden. Ona baktım. Beni baştan aşağı süzdü. Elini gövdeme dayadı, tam kalbimin olduğu yere. Kalp atışlarımı dinledi kısa bir süre. Sonra gözlerimi gözlerime yaklaştırdı. Masmavi bir mıknatıs gibiydi gözleri. Tedirgin edici ve büyüleyici… Kısık bir sesle “Erkeğimmiş gibi davranmanı istiyorum” dedi. “Hayır” dememin hiçbir mantığı yoktu. Çünkü buradan nasıl kurtulacağımı bilmiyordum ve kadın gerçekten erkeği olunacak kadar güzeldi. “Elbette” dedim çarpık bir gülümsemeyle. “Bir şey imzalamam gerekiyor mu?”

Soğukkanlı ve sakin olmaya çalışmam mantıklıydı ama espri yapma çabam durumu biraz bozuyordu. Gerekmedikçe hiç konuşmamak en iyisiydi. “Erkeğim olduğunu söyleyeceğim onlara. Benim erkeğim…” Aramızdaki konuşmalar bütünüyle kopuk ve düzensizdi, yağmur damlalarının yüzümüze vurmasıyla birlikte dağılıyordu sağa sola kelimelerimiz. Zaten konuşmuyorduk fazla, sessiz kalmak en iyisiydi. Gece sihirli ve ürpertici bir biçimde inmişti sahneye. İlerlemeye başladık kapıya doğru. Islak yapraklar güçlü bir yapıştırıcıyla tutturulmuş gibi sarıyordu ayak tabanlarımızı. Şatoya yaklaştıkça çürümüş ve kokmuş bir şeylerin kokusu geliyordu.
“Bıçağa ihtiyacın olacak, çünkü kendini korumak zorunda kalabilirsin.”
“Bunu duymak şaşırtmadı beni.”
“Beni korumak için değil, unutma.”
“Tamam.”

Sonunda basamaklardan çıkarak şatonun kapısının önüne geldik. Kötü bir düşün başlangıcı ya da karanlık bir tablonun eksik kalan bölümü gibiydi her şey. Birbiriyle hiç ilgisi olmayan, bütünüyle ayrı iki dünya arasındaki birleşme noktasıydı kapı. İçeri girmeniz, bir daha hiç geriye dönmemeniz anlamına da gelebilirdi. Nedense bunu kapının ıslak ve soğuk kolundan tutana dek hissetmemiştim.

Kapıyı açtım. İçeriye adım attık. Görüntü şaşırtıcıydı, zira cansız da olsa bir yeni yıl partisi atmosferi vardı içeride. Antika olduğu belli olan masalarda donuk görünümlü birkaç çift oturuyordu. Kırık dökük dalları olan, büyük bir Noel ağacı köşede duruyordu. Körüklü bir piyanonun başında, piyanist tedirgin bir müzik çalıyordu uzun parmaklarıyla. Bir adam geçti elinde kanlı bir kasap satırıyla; kan damlıyordu, yerde zikzak yapan izler bırakarak… Koku dayanılır gibi değildi. Elimden sıkıca tuttu kadın, uzun bir koridora girdik. Daha sonra da geniş bir odaya... Kadın odanın kapısını kapattı. Elimden tutup odanın ortasına getirdi beni, bir yandan da kafasını yukarıya çevirip tavanın her köşesine bakıyordu. “Getirdim işte onu. Erkeğim o benim… Şimdi onu serbest bırak…”

Ne olduğunu merak ederek kafamı yukarıya çevirdim. “Evet, doğru söylüyor. Ben onun erkeğiyim…” dedim. Kadın üzerindeki yağmurluğu çıkardı birdenbire. Çırılçıplaktı. Elbiselerimi çıkarmaya başladı daha sonra, ona yardım ettim tabii. Çırılçıplak kalana dek… Beni demir yatağa attı hızla. Bir yandan da bağırmaya devam ediyordu, “Görüyor musun? Erkeğim var benim. Onu bırak”… Boş ve kasvetli bir salonda, muhteşem bir kadın dudaklarımı emiyordu. Çılgınca uğraşıyordu kadın, ama fazla bir çaba sarf etmesine gerek yoktu. Bir süre sonra içindeydim. Kopmuş gibiydi, bir düş içindeymişçesine… Çığlıklar atıyor, uzun tırnaklarını derime geçiriyordu. Sarsıntılı bir biçimde boşalmak üzereyken, gözlerini kocaman açarak bana baktı. Tırnaklarında kendi kanımı gördüm. Boşalırken, gözlerinden ve tırnaklarından öteye çevirdim gözlerimi. Köşede, dışarıdan gelen loş ışığın cılız aydınlığıyla parlayan kırık bir ayna parçası vardı. Aynada kendimi gördüm. Bir hayvana benziyordum, derisinde bir kene arayan… Yüzükoyun yatıyordu kadın yatakta, soluk soluğa, ter içinde. Pantolonumu ayağıma geçirip ayağa kalktım. Kalkmamla birlikte hafif bir sarsıntı başladı. Sendeledim. Giderek şiddetini artırmaya başladı sarsıntı. Oda kapısının üzerinde, tavanla yan duvarın birleştiği noktadan yeşil bir sıvı sızmaya başladı. Giderek artıyordu yoğunluğu. Bıçağı kontrol ederek ceketimi giydim, yeşil sıvı odanın ortasına dek ilerledi. Bir noktada durdu. Durmasıyla beraber sarsıntı hafifledi. Beline kadar çıplak, kafasında Noel baba şapkası bulunan çirkin bir adam ve yanında kıpırdamadan duran, kitlenmiş çıplak bir kadın belirdi. Kabarıp şişmeye başladı oda, terliyordu duvarlar. Kötü bir düşün bütün görünümlerini kapsamaya başladı durum. Kapının dışından, koridordan bir astımlının kesik kesik hırıltıları geliyordu. Kıvrım kıvrım bir sıçan yuvasından geçip giden kasırganın tıslaması gibiydi.
Yataktaki uzanan kadın çirkin Noel yaratığına döndü. Ayağa kalktı yatağın üzerinde, kesinlikle bir his yoktu bakışlarında, tükenmiş gibiydi. Bacak arasından safra ve irin boşaldı birden bire. İğrendim. Rahminin dibine ölü salyangozlar gibi düşen ıslak yıldızlarımı bıraktığımı düşününce tiksindim kendimden. Nasıl bir oyunun ortasındaydım böyle? Noel yaratığı kollarındaki kadını bıraktı yere. Fosforlu, yeşil bir ışıkta yatıyordu kadın. Dudakları hafifçe aralanmıştı, olağanüstü hafif görünüyordu gövdesi. Sessizliğimi koruyor, yapacağım en ufak bir hareketin bana pahalıya mal olacağını tahmin ediyordum. Etinden sıcak bir parıltı yükseldi yukarıya. Aynı anda yatakta becerdiğim kadından acıyla karışık inlemeler çıkmaya başladı. “Onu bırak… Bırak onu” diyordu, yılgın bir sesle. Noel yaratığı sessizliğini koruyordu. Yüzünde kindar ve intikamcı bir gülümseme vardı. “Ona dokunmayacaksın bir daha!”

Noel yaratığının ağzından çıkan ilk sözcüklerdi bunlar. “Tamam” dedi yataktaki kadın. “Dokunmayacağım efendim.” Yerde, yeşil ışığın içinde yatan kadın uyandı, ışığın ortadan kaybolmasıyla beraber. Yataktaki kadın ağlamaya başladı. Kalktı, ağlayarak bana baktı, sonra yerde kendine gelen kadına bakarak “Seni seviyorum…“ dedi fısıldayarak. Sonra da kolumu sımsıkı tutarak Noel yaratığına hışımla “O benim erkeğim” diye bağırdı, beni biraz daha öne doğru iteleyerek. Noel yaratığı kahkahalar attı, yerdeki kadına doğru eğildi. “Duydun mu onu? Artık sadece benim olacaksın. Eğer yine kaçmaya çalışırsan, bu kez ikinizi de sonsuza dek lanetlerim.”

Kadın koluma girdi. Titriyordu, halsizdi. “Çıkalım” dedim, donuk bir tonla. “Bu olanları unut. Aksi halde sonun olur” dedi Noel yaratığı. Kolumdaki kadına bakarak, “Güzel bir Noel hediyesi değil mi?” dedi. Bozuntuya vermeyip, “Evet efendim. Çok memnunum, sağolun” demekle yetindim. “Şimdi çıkın” dedi, yerde yatan kadını tekrar kavrayarak. “Bir daha da burada gözükmeyin.”
Kapıdan dışarı çıktık. Ne halt ediyordum burada, kolumda çıplak, yorgun ve güzel bir kadınla. Olacak iş değildi. Şehir merkezi ne kadar uzaktı? Yanımda, bir başka kadına aşık kadınla ne yapacaktım? Tanrı benimle kafa buluyordu. Kadın örümcek ağlarına bulanmış bir hayalet gibi tutundu bana. Boynu, kırık bir bebeğin boynunu andırıyordu. Elleriyse iki gevşek eldivenden farksızdı artık. Bir yandan hayranlıkla beyaz tenini, göğüslerinin harikulade pembeliğini inceliyordum göz ucumla. Benimdi, hepsi benimdi. Ona sahip olmak için karşı konulmaz bir arzu belirdi içimde yine. Birden koridorda durup öpmeye başladım onu, sabırsızca. Yere yatırıp kudurmuş vaziyette üstüne çıktım. Bir yandan da tavanlara bakıyordum, Noel yaratığı bizi gözlüyor mu diye, pis pis sırıtıyordum. Tecavüz ediyordum resmen. Çaresizliği beni hastalıklı bir hezeyana sürükledi. Hoyrat bir taşkınlıkla harap ettim onu. O güne dek hiçbir kadında görmediğim çatlaklar ve yarıklar gördüm bedeninde. Hiç böyle kendimden geçmemiştim bir kadınla. Hayvanlaşmıştım iyice, vurmaya başladım ona. Tepki vermemesi delirtiyordu beni. Aniden hareketlendi. Tırnaklarını geçirdi tekrar sırtıma. Boynumdan ısırmaya başladı, etimi koparmak istercesine. Zor kurtardım kendimi. Tekrar üzerime atladı. Kolumu ısırdı bu kez. Bir parça almak niyetindeydi benden. Bağırmaya başladım, dayanılacak gibi değildi. Cebimden bıçağımı çıkardım. Sivri dişleri etimi parçalamak üzereydi. Bıçağı sırtına geçirdim. Acıyla yığıldı arkaya doğru, ağzında bedenimden kopardığı parçayla beraber. Gülümseyerek baktı bana. “Seni seviyorum. Sen benim erkeğimsin.” Yere yığıldı sonra. Hızla koşturmaya başladım. Girişteki cansız parti devam ediyordu. Piyanist hızlı ve karanlık bir şeyler çalıyordu. Kapıyı kükreyerek açmaya çalıştım. Zorladım ve sonunda açıldı. Bu çılgın yerden hayvanlaşarak çıktım. Orman artık beni ürkütmüyordu.

Kolumdaki eksik yere baktım, yeşil ve lanetli bir ışık sızıyordu. Sonsuza dek peşimde olacak lanetli bir yara hediye edilmişti bana. Hayatımda aldığım ilk Noel hediyesiyle, silecekleri bozuk arabaya yöneldim. Prag, çok uzak gelmiyordu artık bana.

No comments:

Her zaman sarhoş olmalı. Her şey bunda: Tek sorun bu. Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken zamanın korkunç ağırlığını duymamak için, ...